27 Ekim 2016 Perşembe

ALKALİ YAŞAM ..2..JUICING

Alkali Yaşam hakkında yaklaşık bir yıl önceki  yazımda Miyase Bülbül’ün Alkali Yaşam-Mutfak kitabından bahsetmiştim. Tabi bu konuya daha fazla eğildikten sonra pek çok yeni kitap ile yolum kesişti. Kaynak olabilecek çok güzel kitaplardan bir tanesi de Dr. Ayşegül Çoruhlu’nun Alkali Diyet adlı kitabı.


Kitabın adındaki “diyet” ifadesinden daha çok fazla kilolarından şikayetçi olanlara yönelik bir kitap gibi dursa da aslında sağlıklı beslenme, zinde hissetme ve formda kalma ile ilgili inanılmaz güzellikte tüyolarla dolu bir kitap. Vücudumuzu alkali tutmadıkça ve aside boğdukça kilo veremeyeceğimizi ve hastalıklardan kaçamayacağımızı anlamamı sağlayan muhteşem kitaplardan biri. Bunun nedenlerini niçinlerini,  asit alkali dengesinin biyokimyasal mantığını anlaşılır bir dille oldukça güzel ifade etmiş. Kitabın sonuna da faydalı ve basit tablolar eklemiş; alkali beslenmeyi günlük yaşama entegre etmek için neler yapılabileceğine değinmiş.

Uzun sayılabilecek bir süredir alkali yaşamın sürdürülebilirliğini test ettim ve geliştirdim. Şunu söyleyebilirim ki gerçek besinlerin bedene hücrelere ulaşması paha biçilemez bir güzellik. Bu yazımda biraz alkali beslenme sağlık ilişkisine değinip biraz da alkali beslenmede sonbahar – kışa özgü neler tüketilebilir, neleri yersek alkali oluruz hakkında kendi pratiklerimi yazacağım.

Nasıl sigara içildiği ilk gün kanser yapmayıp vücut 25-30 yıl mücadele veriyorsa asitlenme de azar azar hücreleri harap ederek günden güne ilerler. Hastalıklar zamanla ortaya çıkar. Alkali beslenmede ilke konuya tepeden bakıp büyük resmi görmek ve önce küçük hücreyi anlamak, hücreyi sağlam tutacak şartları yerine getirmektir. Çünkü hem sağlık hem hastalık hücrelerin içinde başlar. Nihayetinde bizler milyarlarca hücrenin bir araya getirdiği organizmayız. Vücudun bütün reaksiyonları hücrenin içinde olur. O nedenle her bir hücrenin sağlığı da genel sağlığımızı belirliyor. İster kalp, ister cilt, ister böbrek hücresi olsun tüm hücreler benzer şekilde çalışıp benzer şekilde tahrip olurlar.

Vücudumuz hem kendi metobolizmamızın doğal döngüsü hem de tükettiğimiz yanlış besinlerin sindirimi sonucu olarak asit son ürünler oluşturur. Böylece iç ortamımız sürekli kirlenir.(Akvaryumun içindeki balığın suyunu düşünün) Belli bir süre sonra asit miktarı vücudun temizlik, savunma, onarma kapasitelerinin üzerine çıkacak kadar birikip tüm dokuları kirletir.  Ardından diyabet, osteoporoz, kalp hastalıkları, karaciğer yağlanması, safra kesesi ve benzeri virüs ya da bakterilerin sebep olmadığı ama yıllar içindeki yanlış beslenmenin sonucu olan hastalıklar türemeye başlar.(Akvaryumun suyu kirlenip balık hastalanınca balığı mı değiştirmeliyiz, suyu mu?) Bu sebeple vücudumuzdaki asidi azaltmanın yolu, asidin panzehiri alkaliyi artırmaktır. Alkaliyi artırmanın yolu da alkali beslenmektir. (Ortam her şeydir) Tıpkı yin-yang gibi evrendeki her şey karşıtı ile dengede olmalı.

Hastalanmanın biyokimyası ise çok basitçe şöyle: Hücre fonksiyonlarımızın doğru şekilde çalışması için kan vasıtası ile oksijen ve diğer besleyici maddeler hücrelere taşınır ve yine kan aracılığı ile hücrelerde oluşan atıklar vücuttan uzaklaştırılır. Bütün bunlar ancak vücut alkali durumda ise mümkün olabilir. Çünkü kan ancak bu şekilde hücre duvarından rahatça geçerek oksijen ve besinleri hücrelere, artıkları da yine hücre duvarlarından rahat geçerek asit artıkları da asit temizleyen organlara taşıyabilir. Vücut asitlenmeye başladığında sorunlar baş gösterir. Oksijen ve besleyici maddelerin hücrelere taşınamaması ve hücrelerdeki atık maddelerin de hücrelerden atılamaması  işte hastalık oluşumunun ilk aşamasıdır.

Hastalık tamam da kilo almak ile asitlenmenin ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz. Kilo almak eşittir yağlanmak. Vücut varlığını devam ettirebilmek için kanın asitli olmasına izin vermez. Bu nedenle vücuttan normal yollar ile atamadığı aşırı  asitleri  vücudu korumak için  paketleyerek  (yani tamponlayarak) yağ şekline çevirir ve uygun bir yerde depolar. (Yağ ~ yağ asidi ~ fatty acid terimlerini anımsayın!) Daha da kötüsü vücudun asit yükü fazla ise, vücut bu depolardaki yağı enerji olarak kullanmayı tercih etmez. Çünkü asitlerin tekrardan ortaya çıkmasını istemez.Ancak alkali beslenme ile asitlenme azalınca, yağ depoları enerji için kullanılabilir hale gelir. Bu biyokimyasal süreci iyi anlarsanız alkali beslenmenin önemi de çok iyi kavranabilir. Özet olarak basit formül asit yapan yiyecekleri azaltıp alkali yapan yiyecekleri artırmaktır.

Temel olarak, yediğimiz bir besinin sindirimi sonucu oluşan son ürün alkali ise o besin alkalidir. Sindirimden sonra oluşan son ürün asitse, o besin asidiktir. Sindirim öncesi bir besinin alkali olması, o besinin sindirim sonucu alkali son ürün oluşturacağı anlamına gelmez. Mesela limon asidik bir besin iken, sindirim sonucu alkali son ürüne dönüşerek vücuda alkali mineraller bırakır. Bu sebepledir ki alkali beslenmenin vazgeçilmezi olan  limonlu su vücudu alkali yapan çok değerli bir içecektir.

Asitlenmeyi artıran beslenme hatalarına en temel örnek kola tüketimidir. pH değeri 2,8  (yani oldukça asidik) olan kola vücudu öylesine asitlendirir ki temizlemek için böbrekler 32 bardak suyu (ve yanında kemiklerden bolca kalsiyumu) boşa harcar. pH kavramı son dönemde özellikle sularda hayli popüler oldu. Herkes içtiği suyun pH değerine dikkat etmeye hatta asidik ise reddetmeye başladı. Unutmamak gerekir ki pH logaritmiktir. Yani 10 un katları olarak azalır ve artar. Yani pH değeri 5 olan bir sıvı pH değeri 6 olan sıvıya göre 10 kat daha fazla asitlidir diyebiliriz. Ya da pH ı 9 olan alkali su pH ı 8 olan alkali suya göre 10 kat daha alkalidir. Vücut sıvımız olan kanın pH değeri çok önemlidir ve değişmemesi gerekir. Kanın ideal pH ı 7,35-7,45 arasındadır. Yani hafif alkalidir ve bu aralık dışına çıkmaması hayati öne taşır. Vücut da kanın pH değerinin asit tarafa kaymasına asla izin vermez. Engellemek için asit giderici tampon sistemlerini devreye sokar. Kanın pH ı sabit tutmak için vücut olağan üstü bir çaba göstererek diğer vücut sıvılarının (idrar, ter, tükrük, hücre sıvısı gibi) asit yüklerini artırır. Genç yaşlarda bu denge işi çok zor değilse bile ilerleyen yaşlarda maalesef dengenin pusulası şaşar. Mesela osteoporozun temel sebebi ASİTLENMEdir.Vücut asit yükünü tamponlamak için  kemikten kalsiyum ve magnezyum gibi alkali mineralleri çalıp durur ve mineral kaybeden kemik yapısı zamanla süngerleşir.

Bu noktada insanın aklına “peki o halde az asitlenmemiz mümkün değil mi” sorusu geliyor. Yani alkali olmamıza gerek kalmaması mümkün mü değil mi dersek cevap maalesef hayır mümkün değil. Metabolik olaylar olduğu müddetçe asit üretiminden kaçamayız. Besinleri sindirmek, onlardan enerji üretmek, yeni hücreler yapmak, hormonları çalıştırmak, saç ve tırnağın oluşması, düşünmek, hatta uyumak bile metabolik bir olaydır.Bu olaylar gerçekleşirken, her saniye asit atıklar oluşur. Bunların vücuttan atılması zorunludur.Bize sadece vücudun işini kolaylaştırmak düşüyor. Yani alkali rezervini artırarak asit yükünü azaltmak.

İdeal bir alkali beslenme planında bir öğünde asit oluşturan yiyecekleri alkali oluşturan yiyeceklerin üçte biri oranında tutmak idealdir. Yani asit yapan yiyeceklerin üç katı kadar alkali yapan yiyecekler tüketilmelidir.
  • Alkali beslenmenin en gerekli unsurlarından biri çiğ sebze tüketmektir. Sebzeler iyileştirici ve tamir edici mucize besinlerdir. Salata denildiğinde aklınıza domates, salatalık, maruldan başka bir şey gelmiyorsa, salatalarınıza ıspanak, kabak, semizotu vb. tüm yeşillikleri eklemelisiniz. Ayrıca sebze suyu (juicing) en güzel alkali seçenektir. Salatalık, ıspanak, brokoli, marul, kabak, lahana, mor lahana, maydanoz, turp, patlıcan, pancar .. aklınıza ne gelirse, bunlardan yapılan sebze suları  istenildiği miktarda tüketilebilir. Sebzelerin suyunu sıkınca besleyici maddeler, enzimler, alkali maddeler, sebze içinde daha konsantre olur. Aynı zamanda daha fazla miktarda sebzeyi tüketmiş olursunuz. Sebzeler bize canlılık verir. Bu nedenle artık sağlık iksiri olduğunu düşünüyorum. Bitkin hissettiğinizde sebze suyu için. Sıkılmış sebze sularını bekletmeden tüketin. Dolapta bir öğün sonrasına bekletmek isterseniz içine limon sıkın. Sebze sularını içmeden önce içine bir tatlı kaşığı zeytinyağı katmalısınız. Bu yağda eriyen vitaminlerin kana karışmasını sağlar.



Sebze ve meyve ile hazırlanan karışımlara genel olarak “juice” adı veriliyor. Bu terimin henüz Türkçe'de tam karşılığı yok. Ne “meyve suyu”, ne “sebze suyu” ne de “özsu” tam olarak anlamını karşılamaya yetmiyor. Juice, doğadaki bitkilerden elde edilen en saf, en organik özsu. Bunları kürler halinde içmek de “juicing” olarak ifade ediliyor. Juice hazırlarken genelde 20% meyve 80% sebze oranını çok fazla aşmadan birbirine uyumlu olacağını düşündüğümüz karışımlar yaratıyoruz. Ancak ben meyve ya daha az kullanıyorum ya da hiç katmıyorum. Bu kısım biraz damak zevkine kalmış. Severek tükettiğim, faydasına inandığım sonbahar mevsimine uygun bazı tariflerim ise şöyle:

 📌Juice tarif 1 :
  • 1 salatalık,
  • 4 sap kereviz,
  • İstenirse 2 yaprak marul
  • 4 yaprak karalahana (veya bir avuç ıspanak ya da bir baş brokoli),
  • yarım demet kadar maydanoz,
  • 1 baş parmak kadar zencefil
  • 1 limon (kabukları soyulmuş ama beyaz kısım juicer a girecek şekilde)
  • 1 yeşil elma 
Salatalık ve kereviz sapı juice umuzun su katmanını oluşturacak. Kereviz sapından çıkan su miktarı inanılmaz. Anti baktariyel - alkali katmanı oluşturan  limon yerine greyfurt, elma yerine armut da tercih edebilirsiniz. Tercihi evdeki malzemeler ve damak zevkiniz belirliyor. Hatta ben çoğunlukla meyve katmamayı ya da sadece birkaç dilim ilave etmeyi tercih ediyorum.

 📌Juice tarif 2 : 
  • 3 tane havuç,
  • ½ ufak kabak (kabak yoksa yerine yeşil yapraklı sebze-karalahana ıspanak gibi)
  • 1 tane sarı dolmalık tatlı biber (capsicum)
  • 1 baş parmak kadar zencefil
  • ½ limon (misket limonu tercih edilir)
Her şeyin tadını ayrı ayrı alabileceğiniz bir juice elde edeceksiniz. Malzemeleri her evde bulunan cinsten. Üstelik juice dediğimiz şey illa da yeşil olacak diye bir kural yok. Bu seferki turuncu oluyor. Juice yapmak bana göre sebze çorbası yapmaktan daha zahmetli. Özellikle katı meyve sıkacağını temizleme kısmı. Ama yine de buna fazlasıyla değiyor. 👌Özellikle astigmata, sarı lekeye ve katarakta karşı gözleri korumada etkin, bol bol beta karoten, lutein içeren muhteşem bir karışım.

 📌Juice tarifi 3 :
  • Yarım baş brokoli,
  • 4 yaprak karalahana
  • iki avuç ıspanak,
  • 3 adet havuç
  • 1 yeşil elma
  • ½ Ananas
  • 1 adet limon (kabukları soyulmuş ama beyaz kısım juicer a girecek şekilde)
ile  güzel bir sebze yemeği de yapabilirdiniz; ama ısıl işlem uygulamadan hazırlanan juice ile enzimler ve vitaminler harap olmadan hücrelerinize yüklenecek enerjiyi bir düşünün. Bu enerji juice unu hazırladıktan sonra içine iki üç parça buz attığınız blenderda bir dakika kadar karıştırırsanız keyifli bir içecek elde edeceksiniz.

 📌Juice tarifi 4: 
  • 3 adet ortaboy kırmızı pancar,
  • 4 yaprak karalahana
  • 3 sap kereviz
  • 1 adet armut
  • 2 adet limon
  • 1 parça zencefil,
Genelde aromasını sevdiğim ve içeriğindeki gingerol maddesi nedeni ile iltihap sökücü olduğu için her tarife bir parça taze zencefil katıyorum. Ama istemiyorsanız zencefil  yerine aynı aileden olan zerdeçal ya da nane kullanabilirsiniz.Bu karışıma bazen havuç da katıyorum.

 📌Juice tarif 5:
  • 1 adet büyük kırmızı pancar,
  • 1 bardak su teresi ya da ıspanak
  • Yarım bağ maydanoz
  • 1 portakal ya da elma (demirin absorbe edilmesine yardımcı olur)
  • 1 diş sarımsak (içebilirseniz)
Demir eksikliğinden muzdarip olanlar için destekleyici nitelikte bir juice

📌Juice tarif 6:
  • 1 adet yeşil elma (elma çok küçükse 2 adet de olabilir)
  • 1 adet limon
  • 1 adet salatalık
  • 1 avuç kadar nane yaprağı
  • 1 başparmak kadar zencefil
İşte sabahları en şahanesiyle tazelik ve enerji veren, vitamin yüklü, alkali deposu, aynı zamanda anti -enflamatuar  bir juice

Juice lerinizi toz tarçın, toz zerdeçal, nar, badem, avokado ile zenginleştirebilirsiniz. Sabah enerji ağırlıklı akşamları ise insülini tetiklettirmeyen arındırma ağırlıklı juice’ları tercih etmek daha ideal.
Aslında bu konu hakkında yazılabilecek daha çok fazla detay var. Ben şu an oruç ya da tek öğüne girmeden gündelik yaşamıma sabah ve akşam olmak üzere juicingi dahil ettim. Bu konuda şunu eklemeden geçemeyeceğim ki sebze suyu ve çiğ sebze tüketmenin cilt, saç ve tırnak için faydası olduğunu gözlemliyorum. Bir bardak Juicing ile bedenimizin ihtiyaç duyduğu suyu, proteini, karbonhidratı, temel yağ asitlerini, vitaminleri, mineralleri, yaşayan enzimleri ve fitokimyasalları  en doğal yoldan ve yüksek oranda alıyorsunuz. Posa ve liflerinden ayrıştırılmış bu öz su vücudu sürekli yoran sindirim işlevini pas geçip, hızla kana karışıyor ve hücreleri yeniliyor. Sindirim sistemi dinlenirken daha enerjik hissediyorsunuz. Ancak kan inceltici ilaçlar alınıyorsa ve herhangi bir sebze ya da meyveye alerji durumu söz konusuysa ya da ciddi bir şeker probleminiz varsa tüketim miktarına ve içeriğe dikkat edilmeli.





Juicingde diğer önemli bir konu ise katı meyve sıkacağının nasıl olması gerektiği. Ben yıllardır Tefal marka katı meyve sıkacağı kullanıyorum. Genel olarak sağlamlığından ve sıkma performansından memnun olsam da çok ergonomik değil. Ayrıca aile için de ufak kalmaya başladı. Artık ömrünü tamamlamak üzere. Uzun araştırmalarım sonrasında almayı planladığım ise Breville BJE 520 model katı meyve sıkacağı. Almayı düşünenlere tavsiyem sebze meyve besleme çapı geniş olan, kolay temizlenebilen, sıkma performansı iyi (kalan posadan belli oluyor), aşırı büyük olup çok yer kaplamayacak bir ürün tercih etmeleri yönünde. Unutmayın ki sebzeyi meyveyi doğru makina ile sıkar isen, vitamini içinde kalır, posaları temizlemek eziyet olmaz…Sebze meyve haşat olmaz. Posa sulu kalmaz.


Meyvelerin de sebzeler gibi vücudumuzu temizleme özellikleri var tabi. Ancak ve ancak tek başlarına ve aç karnına yenildikleri sürece! Taze meyveler, basit besin formlarıdır,midede neredeyse hiç sindirilmeden, hızla onikiparmak bağırsağına ve yine hızla kana karışmak üzere özümsenir. Midede bir şeyler varsa, meyve de midede takılı kalır. O an midede ne varsa, hepsi birlikte fermente olmaya başlar ve topluca çürürler. Temizleme ve arındırma özelliğine sahip meyveler, olur birer asidoz, toksidite ve hazımsızlık sebebi! Yani vücudu asidik yapar.

Günde bir öğününüzü bile juice’la değiştirdiğinizde ya da zenginleştirdiğinizde birkaç hafta içinde aradaki farkı hissedeceksiniz. Bana göre Juicing ile ilgili en güzel Türkçe kaynak juicingin kralı Cenk Kıral’ın Juicing ile Gelen Sağlık adlı kitabı. İncelemenizi tavsiye ederim.Bu kitabın detaylarını ilk fırsatta bir başka postta paylaşacağım.


Bu konuyu birkaç yazı ile özetlemek çok zor. Böyle gece gece fırsat buldukça devam edeceğim. Herkese sebzesi, meyvesi bol sağlıklı günler dilerim.

Tatlı düşler. 🌙💤💤💤 

17 Ekim 2016 Pazartesi

Şeytan Tüyü Var Sende ~ Seda Diker 📖

İnsan zaman zaman okuyarak sadece kafasını boşaltmak istiyor. Okudukları yormasın, akıcı olsun, keyifli zaman geçirmeye yardımcı olsun ama vasat olup zaman kaybı da olmasın istiyor. Bu nedenle ağır kitaplar arasındaki geçişlerde elimin altında kolay okunur türden kitaplar bulundurmayı seviyorum. Geçtiğimiz yaz aldığım, kitaplığımda bekleyen Seda Diker’in Şeytan Tüyü Var Sende adlı kitabını böyle kolay okunur bir şeyler okuma arzusundayken biraz karıştırdım; baktım fena değil hızla okudum.




Akıcı bir kitap. Daha çok kadın - erkek ilişkilerini, flörtleşmenin dinamiklerini anlatmış. İlişkilerinde bir türlü içinden çıkılamayan kısır döngüler yaşayan insanların bilinçaltına süpürülmüş geçmiş anıların ilişkilerin gidişatında nasıl da belirleyici unsurlar olabildiklerine değinmiş. Detayda ise yazar Regresyon terapisini, dişil enerjiyi bu kavramları hiç kullanmadan oldukça basit cümlelerle anlatmış aslında. Bu nedenle okurken sıkılmadım. Ama bu konuda şimdiye kadar daha doyurucu ve akademik düzeyde kitaplar ve çeşitli vaka örnekleri okumuş olduğum için kitabı yeterli bulmadığım kısımlar ve konularda dağılmalar hissettiğim bölümler oldu. Bu kısmı birazdan detaylandıracağım.

İlişki Stratejisti ve Bilinçaltı Uzmanı olduğunu öğrendiğim Seda Diker’in aslında bir psikolog değil de Robert koleji ve Boğaziçi Üniversitesi ile devam eden iyi bir eğitim sürecinden geçmiş eski bir banka yöneticisi olduğunu öğrendiğimde biraz şüpheli yaklaşsam da okumaya devam ettim kitabı. Çünkü biliyorum ki spiritüel konulara ilgi duyanların, asıl mesleğini bırakıp bu alana çark edenlerin kendince sebepleri vardır ve belki de hikayeleri. Kimi bir yakınını yitirince, kimisi bir hastalığın pençesinde boğuşurken, kimi içerisinde kendini gerçekleştirememenin ağırlığını taşırken yaşamın anlamını aramaya koyulur. Önce bir arayış sonra bir uyanış yaşar.Ve akabinde bu yola sapar sıklıkla.

Seda Diker, flörtün seviyelerini, görünmez alanını, cinsel enerjisini, tarafların maskelerini, ilişkide kalpten konuşmayı aslında hepimizin zaten bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri etraflıca anlatmış. Daha derinlere bilinçaltına işaret ederek bilinçaltımızın bugünümüzü nasıl yönettiğini ve bilinçaltımızı bilinç seviyesine çıkarmamızın gerekliliğini kısım kısım değinmiş. Çağımızın en büyük tuzaklarından biri “Ben bunu biliyorum” sendromudur. Bilmek kimi zaman kalbimizle deneyimlememizi engeller. Spiritüel konular da bundan nasibini alır. O nedenle de hayatın küçük bir kısmına odaklanarak fikir ve duygu üretmek bizi hep yanıltır. En basit konulardan biri gibi görünen insan ilişkileri  de, karşı cins ilişkileri de göründüğü gibi basit değildir . Sürekli dalgalı bir deniz gibidir. Bir an çok mutlu iken bir bakarsınız her şey rayından çıkmış.

İster bekar ister  evli olun fark etmez ilişkileriniz harika başlıyor fakat sonra bir şeyler ters mi gidiyor? Sizin açınızdan her şey yolunda giderken sevgiliniz birden kendi kabuğuna mı çekiliyor? Karşı tarafın alt yazılarını okumakta güçlük mü çekiyorsunuz? İlişkilerde yaşanan gelgitlerin perde arkası hakkında daha fazla yorum gücü kazanmak mı istiyorsunuz? Flörtleşirken yapılabilecek yanlışlar nelerdir? İşte bu anlamda kitaptan fayda sağlayabileceğiniz kısımlar var. Çünkü yazar bilgilerini bilimsel bir şekilde anlatmak yerine gerçek hayattan derlediği hikayeler aracılığı ile okurlarına durum analizi yaptırtarak konuyu anlatma şeklinde bir yöntem seçmiş. Bunu yaparken üç çeşit örnekleme materyali kullanmış diyebilirim. Birincisinde danışanları ile yaptığı görüşmeleri sanki seansı size dinletiyormuşçasına detaylandırarak yazmış, iyi yapmış. Bu hikayelerin satır aralarında kendinizden bir şeyler bulabilirsiniz. İkinci olarak kitap içerisinde Gamze ile Mert adını verdiği çiftin ilişkilerini başlangıcından -daha o ilk yazışmalarından- itibaren şekillenme sürecini anlatmış. Buna ilave olarak birkaç farklı çiftin karışık ilişkilerini de detaylandırarak bilinçaltına süpürdükleri çöplerin ortaya çıkma sancılarını uzun uzun yazmış. Üçüncü olarak da kendi hayatından, kendi evliliğinden örnekler vererek deneyimlerini okurlarına aktarmış diyebilirim.

Kitap boyunca sürekliliği olan Gamze ve Mert'in günümüze uygun modern ilişki modeli ilgi çekiciydi. Kitabın girişindeki Catherine’nin iğreti bir Grinin Elli Tonu konseptindeki ilişkisinden sonra kitabı bırakmayıp bitirmem bu hikayenin sonunu merak etmem sebebi ile oldu diyebilirim. 

Yönetici asistanı olan Gamze ortak bir arkadaşları vasıtasıyla Mert ile tanışır. Mert sürekli seyahatleri olan gizemli, karizmatik bir karakterdir. Ağırlıklı olarak Whatsapp’tan ya da Facebook dan yazışıyorlar. Dedim ya günümüz modern ilişkisi! Ancak özellikle Mert’in geri durması ve isteksizliği nedeni ile bir türlü buluşamıyorlar. Yazışırken oldukça istekli, cüretkar ve keyifliler aslında. Yazışarak veya telefonda kur yapıyorlar, ilişkilerine heyecan katacak oyunlar oynuyorlar, erotik sohbetler yapıyorlar. Her ne kadar aralarında kuvvetli bir çekim olsa da ilişkileri çeşitli çıkmazlara giriyor. Aradan aylar geçiyor ve nihayet Mert ile bir otel odasında buluşuyorlar. Spoiler içermesini istemediğim için çok detaya girmeyeceğim ama bu buluşmanın ardından Gamze ciddi bir travma yaşıyor. Gamze bir türlü ilerleyemediği aynı zamanda bitiremediği bu ilişkide ne yapacağını bilemediği için yazardan danışmanlık alıyor ve yazarın yaptığı hipnoz seansında kendi geçmişiyle yüzleşiyor. Mert’ten neden bu denli etkilendiğini buluyor ve Mert ile kalpten bir konuşma yaparak ilişkilerini istediği seviyeye taşıyor. Şunu söyleyebilirim ki bu çiftin hikayesinde satır aralarında önemli mesajlar var.

Yazar sanal ortamda yaşanan flörtleşme için uyarılarda bulunuyor ve şöyle diyor :
“İyi bir flört dönemi, sanal ortamda olmamalı. Neden mi? Çünkü birbiriniz hakkında her şeyi öğrenmiş, yüz yüze geldiğinizde sohbet konularını tüketmiş olma riskiniz var. Sonunda buluştuğunuzda, hazır olsan da olmasan da, görüşme çok daha hızlı bir biçimde cinsel içerikli olacaktır.
Gerçek hayatta bir araya geldiğinizde yaşanabilecek maksimum yakınlaşma ile yazışırken hayal ettiğiniz maksimum yakınlaşma arasında çok büyük farklar olmamalı. İkisi arasındaki makas açılırsa, buluşmadan sonra rahatsız olabilirsin. Yine olaylar senin hazır olduğundan daha hızlı gelişebilir.
Kendi hayatın hakkında çok fazla bilgi vermek yerine, Gamze’nin yaptığı gibi oyun kurabilirsin. Gamze’nin oyun oynayış biçiminde, gizem, merak, hayal kurdurma vardı. Yani hayatı hakkında ipuçları verse de, bunlar sadece konu başlıkları olarak kaldılar. Derin bilgi içermediler. Bu Mert’in daha çok meraklanmasına sebep oldu.”


Kimi zaman içimizi acıtan ne varsa önce görmezden geliriz, sonra unutmaya ve daha ileri giderek silmeye çalışırız. Bilinçaltımızdaki çekmecelerin derinliklerine o yaralı çocuğu saklarız. Yok sayarız. Daha da derinlere iteriz. Çırpınışlarını duymayız. İnandırırız kendimizi geçip gittiğine.. Hasar almadığımıza. Zaaflarımızın, güçsüz yanlarımızın görülmediğine. Ama öyle değildir. Biz ne kadar kaçarsak kaçalım, o hiç bir yere gitmemiştir.. O karanlık yönümüz orada durur. Anlaşılmayı bekler, çözümlenmeyi bekler, kulak verilmeyi bekler. Yaşadığımız her ilişkide bir şekilde varlığını hissettirir. Artık bastırılmamak ve kabuğunu kırmak ister. Ve bir gün gelir tüm açık kalmış dosyalar gibi karşımıza çıkıp tokat gibi yüzümüze çarpıverir. Bizse ancak gerçek anlamda o yaralı çocuk ile yüzleşebilirsek özgürleşebiliriz. Onu itmek yerine ona sarılabilirsek kendimizle ve tüm ilişkilerimizle barışabiliriz. Çünkü direndiğimiz şey varlığını ısrarla sürdürür. Aslında kitapta keşke daha detaylı anlatsa dediğim benim asıl ilgimi cezbeden kısım danışanların hipnoz süreciydi .Ama maalesef yazar danışanlarına (psikolog olmadığı için hasta denmiyor sanırım) yaptığı hipnoz seanslarını çok detaysız hatta hemen hemen hiç değinmeden özet geçmiş. Danışanlar hızlı bir şekilde varmak istedikleri hasarlı geçmişe vardılar ve sorunları ile yüzleştiler.

Yazarın kitapta çok güzel bir önerisi var. Çeşitli travmalarımızı atlatmamızın en güzel yollarından biri olarak “yazmayı” ve bu şekilde “topraklanmayı” öneriyor. Neler hissettiğimizi yazarak  kendi kendimize çalışabileceğimizi, yazdıkça hafifleyerek sorunlarımızı çözüme kavuşturma yolunda yazmanın öncülük edebileceğini belirtiyor. Bizim önemli değil diye düşündüğümüz bir travma bilinçaltımız için son derece önemli olabilir. Travmaların seneler sonraki iz düşümü ise yaşayacağımız ilişkilerde su yüzüne çıkan kırılmalar ve çeşitli fiziksel rahatsızlıklar şeklinde tezahür edebiliyor.

Hoşlanmadığım kısımların başında kitap ön ve arka kapak tasarımı geliyor. Yani öncesinde araştırarak almasam kesinlikle kapağına bakarak okumak için bir şans dahi vereceğimi zannetmiyorum. Öncelikle kitap kapak renk seçimi hoş değil. Ama esas hoşlanmadığım kısım Seda Diker’in hem ön hem de arka kapağı kendi fotoğrafı ile donatmış olması. Ve maalesef bu sunumdaki kıyafet seçimi de mekan seçimi de ve hatta beden dili de oldukça itici. Umarım bundan sonraki kitaplarında biraz daha yaratıcı, bir şeyler söyleyen, gövde gösterisi yapmayan kapak tasarımlarını tercih eder. Buna ilave olarak kitap isim seçiminin de içerikle çok örtüşür bir yanı yok. “Duygu oluşturma sanatı” üzerine sayfalar dolusu (344 sayfa) yazılmış olan bir kitabın adı neden “Şeytan Tüyü Var Sende” koyulmuş olabilir. Elbette kolay pazarlamak için. Sevmedim. Pazarlama deyince şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; elbette ki bir yazar kitaplarının daha çok satması, daha çok okur ile buluşması için çaba göstermeli fakat bunu yapmanın usulü bir kitabının içinde herhangi bir bilgiyi aktarırken sürekli kendi diğer kitaplarına atıfta bulunmak olmamalı. O köprüyü esaslı okur zaten bir şekilde kurar ve yazarın diğer kitaplarını da mercek altına alır. Ayrıca yazarın kendi eşi ile olan özel hayatından örnekler vermesi belki kimi okur için bir bağ kurma şekli olabilir ama benim için değil. Gereğinden fazla miktarda eşi ile olan özel ilişkilerini örnek olarak seçmiş.

Bütün bu eleştirilerime rağmen özellikle karşı cins ile ilişkilerinde blokajlar yaşayan, sürekli aynı hataları yapan kişilere ilişki durumlarını ne şekilde değerlendirmeleri gerektiği konusunda örneklerden faydalanmaları için ve yazarın pratik tavsiyeleri faydalı olabileceği için bu kitabı tavsiye edebilirim.Boş bir kitap değil kesinlikle.

Sükunet içinde ne isteyip istemediğimize ve karşı tarafın kabahatlerine değil de kendi bireysel gelişimimize odaklanarak, bilgelik ve merhametle yaşamanın vaktidir şimdi. Her ilişkimizi keyifle,  mutlulukla yaşadığımız günler dilerim.

Keyifli geceler dilerken elbette geceye keyifli bir müzik bırakmayı ihmal etmiyorum.
Cenk Erdogan  🎶 Kadınım

15 Ekim 2016 Cumartesi

Sevgili Sonbahar

Her detayın ayrı bir güzel ve keyifli.


Kimbilir belki dünyanın tüm çocukları yapraklar toplayıp özenle kurutsa, onlardaki mana üzerinde elini gezdirse kolajlar yapsa ne başkasının hakkına gasp eden nesil yetişirdi ne de zalimler..
Elimdeki kitap diyor ki "Bak ve etrafındaki mucizeleri gör. Yalnızca kendine bakarsan yorulursun, bu yorgunluk seni başka her şeye karşı körleştirip sağırlaştırır."
Zamanın unutulduğu okumaların sonunda göğsümde kocaman bir taş kapak açılırcasına hafifleme oldu. Ama yatağından taşan bir nehir gibi değil dingin bir okyanusun huzuru gibi.
Bir mum alevi kadar mükemmel bir geceye eşlik eden:
PLAYLIST

5 Ekim 2016 Çarşamba





“Bir ada arıyorum. Sen ben kavgasından uzak. İnce hesaplardan. Bir ada ki ona gelen unutsa adını, mesleğini, bencil ihtiraslarını. Soyunsa kinlerinden, hasetlerinden bir bir. Yeterince yer olduğundan kelli güneşin altında, denizde ve kıyıda, kimsenin gözü olmasa başkasının yerinde. Uzanıp düşünmemek, sadece yaşamak tadı ile yetinip bıraksa kendini kendine. Ayak oyunlarına sapmadan. Dedikodu yapmadan. Bıraksa kendini hafif rüzgara, deniz minaresi gibi, kozmik bir ezeli şarkıyı ta içinde duyarak.”
Hala yeterince sarı olmasa da aydınlık bir sonbahar günü.  Hepimiz için sakin ve sevgi dolu bir gün olsun.