Alkali Yaşam hakkında yaklaşık bir yıl önceki
yazımda Miyase Bülbül’ün Alkali Yaşam-Mutfak kitabından bahsetmiştim. Tabi bu konuya daha fazla eğildikten sonra pek
çok yeni kitap ile yolum kesişti. Kaynak olabilecek çok güzel kitaplardan bir
tanesi de Dr. Ayşegül Çoruhlu’nun Alkali
Diyet adlı kitabı.
Kitabın adındaki “diyet” ifadesinden daha çok fazla
kilolarından şikayetçi olanlara yönelik bir kitap gibi dursa da aslında
sağlıklı beslenme, zinde hissetme ve formda kalma ile ilgili inanılmaz
güzellikte tüyolarla dolu bir kitap. Vücudumuzu alkali tutmadıkça ve aside
boğdukça kilo veremeyeceğimizi ve hastalıklardan kaçamayacağımızı anlamamı
sağlayan muhteşem kitaplardan biri. Bunun nedenlerini niçinlerini,
asit alkali dengesinin biyokimyasal mantığını anlaşılır bir
dille oldukça güzel ifade etmiş. Kitabın sonuna da faydalı ve basit tablolar eklemiş; alkali
beslenmeyi günlük yaşama entegre etmek için neler yapılabileceğine değinmiş.
Uzun sayılabilecek bir süredir alkali yaşamın
sürdürülebilirliğini test ettim ve geliştirdim. Şunu söyleyebilirim ki gerçek
besinlerin bedene hücrelere ulaşması paha biçilemez bir güzellik. Bu
yazımda biraz alkali beslenme sağlık ilişkisine değinip biraz da alkali
beslenmede sonbahar – kışa özgü neler tüketilebilir, neleri yersek
alkali oluruz hakkında kendi pratiklerimi yazacağım.
Nasıl sigara içildiği ilk gün kanser yapmayıp vücut
25-30 yıl mücadele veriyorsa asitlenme
de azar azar hücreleri harap ederek günden güne ilerler. Hastalıklar zamanla ortaya
çıkar. Alkali beslenmede ilke konuya
tepeden bakıp büyük resmi görmek ve önce küçük hücreyi anlamak,
hücreyi sağlam
tutacak şartları yerine getirmektir. Çünkü hem sağlık hem hastalık
hücrelerin içinde başlar. Nihayetinde bizler milyarlarca hücrenin bir
araya getirdiği organizmayız. Vücudun bütün reaksiyonları hücrenin
içinde olur. O nedenle her bir hücrenin sağlığı da genel sağlığımızı belirliyor.
İster kalp, ister cilt, ister böbrek hücresi olsun tüm hücreler benzer şekilde çalışıp benzer şekilde tahrip olurlar.
Vücudumuz hem kendi
metobolizmamızın doğal döngüsü hem de tükettiğimiz yanlış besinlerin sindirimi sonucu
olarak asit son ürünler oluşturur. Böylece iç ortamımız sürekli
kirlenir.(Akvaryumun içindeki balığın suyunu düşünün) Belli
bir süre sonra asit miktarı vücudun temizlik, savunma, onarma
kapasitelerinin
üzerine çıkacak kadar birikip tüm dokuları kirletir. Ardından diyabet,
osteoporoz, kalp
hastalıkları, karaciğer yağlanması, safra kesesi ve benzeri virüs ya da
bakterilerin sebep olmadığı ama yıllar içindeki yanlış beslenmenin
sonucu olan
hastalıklar türemeye başlar.(Akvaryumun suyu kirlenip balık hastalanınca
balığı mı değiştirmeliyiz, suyu mu?) Bu sebeple vücudumuzdaki asidi
azaltmanın yolu,
asidin panzehiri alkaliyi artırmaktır. Alkaliyi
artırmanın yolu da alkali beslenmektir. (Ortam her şeydir)Tıpkı yin-yang gibi evrendeki her şey karşıtı ile dengede olmalı.
Hastalanmanın biyokimyası ise çok basitçe şöyle: Hücre
fonksiyonlarımızın doğru şekilde çalışması için kan vasıtası ile oksijen ve
diğer besleyici maddeler hücrelere taşınır ve yine kan aracılığı ile hücrelerde
oluşan atıklar vücuttan uzaklaştırılır. Bütün
bunlar ancak vücut alkali durumda ise mümkün olabilir. Çünkü kan ancak bu
şekilde hücre duvarından rahatça geçerek oksijen ve besinleri hücrelere,
artıkları da yine hücre duvarlarından rahat geçerek asit artıkları da asit
temizleyen organlara taşıyabilir. Vücut asitlenmeye başladığında sorunlar baş
gösterir. Oksijen ve besleyici
maddelerin hücrelere taşınamaması ve hücrelerdeki atık maddelerin de hücrelerden
atılamaması işte hastalık oluşumunun ilk
aşamasıdır.
Hastalık tamam da kilo almak ile asitlenmenin ne ilgisi var
diye düşünebilirsiniz. Kilo
almak eşittir yağlanmak. Vücut varlığını devam ettirebilmek için kanın
asitli
olmasına izin vermez. Bu nedenle vücuttan normal yollar ile atamadığı
aşırı asitleri vücudu korumak için paketleyerek (yani tamponlayarak)
yağ şekline çevirir ve uygun
bir yerde depolar. (Yağ ~
yağ asidi ~ fatty
acid terimlerini anımsayın!) Daha da kötüsü vücudun asit yükü fazla ise,
vücut bu depolardaki yağı enerji olarak kullanmayı tercih etmez. Çünkü
asitlerin tekrardan ortaya çıkmasını istemez.Ancak alkali beslenme ile
asitlenme azalınca, yağ depoları enerji için kullanılabilir hale gelir.
Bu biyokimyasal süreci iyi anlarsanız alkali beslenmenin önemi de çok
iyi kavranabilir. Özet olarak basit
formül asit yapan yiyecekleri azaltıp alkali yapan yiyecekleri artırmaktır.
Temel olarak, yediğimiz bir besinin sindirimi
sonucu oluşan son ürün alkali ise o besin alkalidir. Sindirimden sonra oluşan
son ürün asitse, o besin asidiktir. Sindirim öncesi bir besinin alkali olması,
o besinin sindirim sonucu alkali son ürün oluşturacağı anlamına gelmez. Mesela
limon asidik bir besin iken, sindirim sonucu alkali son ürüne
dönüşerek vücuda alkali mineraller bırakır. Bu sebepledir ki alkali
beslenmenin vazgeçilmezi olan limonlu su vücudu alkali yapan çok
değerli bir
içecektir.
Asitlenmeyi artıran beslenme
hatalarına en temel örnek kola tüketimidir.
pH değeri 2,8 (yani oldukça asidik) olan
kola vücudu öylesine asitlendirir ki temizlemek için böbrekler 32 bardak suyu
(ve yanında kemiklerden bolca kalsiyumu) boşa harcar. pH kavramı son dönemde özellikle sularda hayli popüler oldu.
Herkes içtiği suyun pH değerine dikkat etmeye hatta asidik ise reddetmeye
başladı. Unutmamak gerekir ki pH
logaritmiktir. Yani 10 un katları olarak azalır ve artar. Yani pH değeri 5
olan bir sıvı pH değeri 6 olan sıvıya göre 10 kat daha fazla asitlidir
diyebiliriz. Ya da pH ı 9 olan alkali su pH ı 8 olan alkali suya göre 10 kat
daha alkalidir. Vücut sıvımız olan kanın
pH değeri çok önemlidir ve değişmemesi gerekir. Kanın ideal pH ı 7,35-7,45 arasındadır. Yani hafif alkalidir ve bu
aralık dışına çıkmaması hayati öne taşır. Vücut da kanın pH değerinin asit
tarafa kaymasına asla izin vermez. Engellemek için asit giderici tampon
sistemlerini devreye sokar. Kanın pH ı sabit tutmak için vücut olağan üstü bir
çaba göstererek diğer vücut sıvılarının (idrar, ter, tükrük, hücre sıvısı gibi)
asit yüklerini artırır. Genç yaşlarda bu denge işi çok zor değilse bile
ilerleyen yaşlarda maalesef dengenin pusulası şaşar. Mesela osteoporozun
temel
sebebi ASİTLENMEdir.Vücut asit yükünü tamponlamak için kemikten
kalsiyum ve magnezyum gibi alkali mineralleri çalıp durur ve mineral
kaybeden kemik yapısı zamanla süngerleşir.
Bu noktada insanın aklına “peki o halde az asitlenmemiz mümkün değil mi”
sorusu geliyor. Yani alkali olmamıza gerek kalmaması mümkün mü değil mi dersek
cevap maalesef hayır mümkün değil. Metabolik olaylar olduğu müddetçe asit
üretiminden kaçamayız. Besinleri sindirmek, onlardan enerji üretmek, yeni
hücreler yapmak, hormonları çalıştırmak, saç ve tırnağın oluşması, düşünmek,
hatta uyumak bile metabolik bir olaydır.Bu olaylar gerçekleşirken, her saniye
asit atıklar oluşur. Bunların vücuttan atılması zorunludur.Bize sadece vücudun
işini kolaylaştırmak düşüyor. Yani alkali
rezervini artırarak asit yükünü azaltmak.
İdeal bir alkali beslenme planında bir öğünde asit
oluşturan yiyecekleri alkali oluşturan yiyeceklerin üçte biri oranında tutmak
idealdir. Yani asit yapan yiyeceklerin üç katı kadar alkali yapan yiyecekler
tüketilmelidir.
Alkali beslenmenin en gerekli unsurlarından biri
çiğ sebze tüketmektir. Sebzeler iyileştirici ve tamir edici mucize besinlerdir.
Salata denildiğinde aklınıza domates, salatalık, maruldan başka bir şey
gelmiyorsa, salatalarınıza ıspanak, kabak, semizotu vb. tüm yeşillikleri
eklemelisiniz. Ayrıca sebze suyu
(juicing) en güzel alkali seçenektir. Salatalık, ıspanak, brokoli, marul,
kabak, lahana, mor lahana, maydanoz, turp, patlıcan, pancar .. aklınıza ne
gelirse, bunlardan yapılan sebze suları istenildiği miktarda
tüketilebilir. Sebzelerin suyunu sıkınca besleyici maddeler, enzimler, alkali
maddeler, sebze içinde daha konsantre olur. Aynı zamanda daha fazla miktarda
sebzeyi tüketmiş olursunuz. Sebzeler bize canlılık verir. Bu nedenle artık
sağlık iksiri olduğunu düşünüyorum. Bitkin hissettiğinizde sebze suyu için. Sıkılmış
sebze sularını bekletmeden tüketin. Dolapta bir öğün sonrasına bekletmek
isterseniz içine limon sıkın. Sebze sularını içmeden önce içine bir tatlı
kaşığı zeytinyağı katmalısınız. Bu yağda eriyen vitaminlerin kana karışmasını
sağlar.
Sebze ve meyve ile hazırlanan karışımlara genel
olarak “juice” adı veriliyor. Bu terimin henüz Türkçe'de tam karşılığı yok. Ne
“meyve suyu”, ne “sebze suyu” ne de “özsu” tam
olarak anlamını karşılamaya yetmiyor. Juice, doğadaki bitkilerden elde edilen
en saf, en organik özsu. Bunları kürler halinde içmek de “juicing”
olarak ifade ediliyor. Juice hazırlarken genelde 20% meyve 80% sebze oranını
çok fazla aşmadan birbirine uyumlu olacağını düşündüğümüz karışımlar
yaratıyoruz. Ancak ben meyve ya daha az kullanıyorum ya da hiç katmıyorum. Bu
kısım biraz damak zevkine kalmış. Severek tükettiğim, faydasına inandığım sonbahar mevsimine uygun bazı tariflerim ise şöyle:
📌Juice tarif 1 :
1 salatalık,
4 sap kereviz,
İstenirse 2 yaprak marul
4 yaprak karalahana (veya
bir avuç ıspanak ya da bir baş brokoli),
yarım demet kadar maydanoz,
1 baş parmak kadar zencefil
1 limon (kabukları soyulmuş
ama beyaz kısım juicer a girecek şekilde)
1 yeşil elma
Salatalık ve kereviz sapı juice umuzun su katmanını oluşturacak. Kereviz
sapından çıkan su miktarı inanılmaz. Anti baktariyel - alkali katmanı oluşturan limon yerine greyfurt, elma yerine armut
da tercih edebilirsiniz. Tercihi evdeki malzemeler ve damak zevkiniz
belirliyor. Hatta ben çoğunlukla meyve katmamayı ya da sadece birkaç dilim
ilave etmeyi tercih ediyorum. 📌Juice tarif 2 :
3 tane havuç,
½ ufak kabak (kabak yoksa
yerine yeşil yapraklı sebze-karalahana ıspanak gibi)
1 tane sarı dolmalık tatlı biber
(capsicum)
1 baş parmak kadar zencefil
½ limon (misket limonu
tercih edilir)
Her şeyin tadını ayrı ayrı alabileceğiniz bir juice elde edeceksiniz.
Malzemeleri her evde bulunan cinsten. Üstelik juice dediğimiz şey illa da yeşil
olacak diye bir kural yok. Bu seferki turuncu oluyor. Juice yapmak bana göre
sebze çorbası yapmaktan daha zahmetli. Özellikle katı meyve sıkacağını
temizleme kısmı. Ama yine de buna fazlasıyla değiyor. 👌Özellikle astigmata, sarı lekeye ve katarakta karşı gözleri korumada etkin, bol bol beta karoten, lutein
içeren muhteşem bir karışım. 📌Juice tarifi 3 :
Yarım baş brokoli,
4 yaprak karalahana
iki avuç ıspanak,
3 adet havuç
1 yeşil elma
½ Ananas
1 adet limon (kabukları soyulmuş ama beyaz kısım juicer a girecek
şekilde)
ile güzel bir sebze yemeği de
yapabilirdiniz; ama ısıl işlem uygulamadan hazırlanan juice ile enzimler
ve vitaminler harap olmadan hücrelerinize yüklenecek enerjiyi bir düşünün. Bu
enerji juice unu hazırladıktan sonra içine iki üç parça buz attığınız blenderda
bir dakika kadar karıştırırsanız keyifli bir içecek elde edeceksiniz. 📌Juice tarifi 4:
3 adet ortaboy kırmızıpancar,
4 yaprak karalahana
3 sap kereviz
1 adet armut
2 adet limon
1 parça zencefil,
Genelde aromasını sevdiğim ve içeriğindeki gingerol maddesi nedeni ile
iltihap sökücü olduğu için her tarife bir parça taze zencefil katıyorum. Ama
istemiyorsanız zencefil yerine aynı aileden olan zerdeçal ya da nane
kullanabilirsiniz.Bu karışıma bazen havuç da katıyorum. 📌Juice tarif 5:
1 adet büyük kırmızıpancar,
1 bardak su teresi ya da ıspanak
Yarım bağ maydanoz
1 portakal ya da elma (demirin absorbe edilmesine
yardımcı olur)
1 diş sarımsak
(içebilirseniz)
Demir eksikliğinden muzdarip olanlar için destekleyici nitelikte bir
juice 📌Juice tarif 6:
1 adet yeşil elma (elma çok
küçükse 2 adet de olabilir)
1 adet limon
1 adet salatalık
1 avuç kadar nane yaprağı
1 başparmak kadar zencefil
İşte sabahları en şahanesiyle tazelik ve enerji veren, vitamin yüklü,
alkali deposu, aynı zamanda anti -enflamatuar bir juice Juice lerinizi toz tarçın, toz zerdeçal, nar, badem,
avokado ile zenginleştirebilirsiniz. Sabah enerji ağırlıklı akşamları ise
insülini tetiklettirmeyen arındırma ağırlıklı juice’ları tercih etmek daha
ideal. Aslında bu konu hakkında yazılabilecek daha çok
fazla detay var. Ben şu an oruç ya da tek öğüne girmeden gündelik
yaşamıma sabah ve akşam olmak üzere juicingi dahil ettim. Bu konuda şunu
eklemeden geçemeyeceğim ki sebze suyu ve çiğ sebze
tüketmenin cilt, saç ve tırnak için
faydası olduğunu gözlemliyorum. Bir bardak Juicing ile bedenimizin ihtiyaç duyduğu suyu,
proteini, karbonhidratı, temel yağ asitlerini, vitaminleri, mineralleri, yaşayan
enzimleri ve fitokimyasalları en doğal
yoldan ve yüksek oranda alıyorsunuz. Posa ve liflerinden ayrıştırılmış bu öz su
vücudu sürekli yoran sindirim işlevini pas geçip, hızla kana karışıyor ve
hücreleri yeniliyor. Sindirim sistemi dinlenirken daha enerjik hissediyorsunuz.
Ancak kan inceltici ilaçlar alınıyorsa ve herhangi bir sebze ya da meyveye alerji
durumu söz konusuysa ya da ciddi bir şeker probleminiz varsa tüketim miktarına ve içeriğe dikkat edilmeli.
Juicingde diğer önemli bir konu ise katı meyve
sıkacağının nasıl olması gerektiği. Ben yıllardır Tefal marka katı meyve
sıkacağı kullanıyorum. Genel olarak sağlamlığından ve sıkma performansından memnun olsam da çok ergonomik değil. Ayrıca aile
için de ufak kalmaya başladı. Artık ömrünü tamamlamak üzere. Uzun
araştırmalarım sonrasında almayı planladığım ise Breville
BJE 520 model katı meyve sıkacağı. Almayı düşünenlere tavsiyem sebze
meyve besleme çapı geniş olan, kolay temizlenebilen, sıkma performansı iyi
(kalan posadan belli oluyor), aşırı büyük olup çok yer kaplamayacak bir ürün
tercih etmeleri yönünde. Unutmayın ki sebzeyi meyveyi doğru makina ile sıkar
isen, vitamini içinde kalır, posaları temizlemek eziyet olmaz…Sebze meyve haşat
olmaz. Posa sulu kalmaz.
Meyvelerin de sebzeler gibi vücudumuzu temizleme
özellikleri var tabi. Ancak ve ancak tek başlarına ve aç karnına yenildikleri
sürece! Taze meyveler, basit besin formlarıdır,midede neredeyse hiç
sindirilmeden, hızla onikiparmak bağırsağına ve yine hızla kana karışmak üzere
özümsenir. Midede bir şeyler varsa, meyve de midede takılı kalır. O an midede
ne varsa, hepsi birlikte fermente olmaya başlar ve topluca çürürler. Temizleme
ve arındırma özelliğine sahip meyveler, olur birer asidoz, toksidite ve
hazımsızlık sebebi! Yani vücudu asidik yapar. Günde bir öğününüzü bile juice’la değiştirdiğinizde ya da
zenginleştirdiğinizde birkaç hafta içinde aradaki farkı hissedeceksiniz.
Bana göre Juicing ile ilgili en güzel Türkçe kaynak
juicingin kralı Cenk Kıral’ın Juicing
ile Gelen Sağlık adlı kitabı. İncelemenizi tavsiye ederim.Bu kitabın detaylarını ilk fırsatta bir başka postta paylaşacağım. Bu
konuyu birkaç yazı ile özetlemek çok zor. Böyle gece gece fırsat
buldukça devam edeceğim. Herkese sebzesi, meyvesi bol sağlıklı günler
dilerim. Tatlı düşler.
🌙💤💤💤
♡
İnsan zaman zaman okuyarak sadece
kafasını boşaltmak istiyor. Okudukları yormasın, akıcı olsun, keyifli zaman
geçirmeye yardımcı olsun ama vasat olup zaman kaybı da olmasın istiyor. Bu
nedenle ağır kitaplar arasındaki geçişlerde elimin altında kolay okunur türden
kitaplar bulundurmayı seviyorum. Geçtiğimiz yaz aldığım, kitaplığımda bekleyen Seda Diker’in Şeytan Tüyü Var Sende adlı
kitabını böyle kolay okunur bir şeyler okuma arzusundayken biraz karıştırdım;
baktım fena değil hızla okudum.
Akıcı bir kitap. Daha çok kadın -
erkek ilişkilerini, flörtleşmenin dinamiklerini anlatmış. İlişkilerinde bir
türlü içinden çıkılamayan kısır döngüler yaşayan insanların bilinçaltına
süpürülmüş geçmiş anıların ilişkilerin gidişatında nasıl da belirleyici unsurlar olabildiklerine değinmiş. Detayda ise yazar Regresyon terapisini, dişil enerjiyi bu kavramları hiç kullanmadan
oldukça basit cümlelerle anlatmış aslında. Bu nedenle okurken sıkılmadım. Ama
bu konuda şimdiye kadar daha doyurucu ve akademik düzeyde kitaplar ve çeşitli vaka örnekleri okumuş olduğum
için kitabı yeterli bulmadığım kısımlar ve konularda dağılmalar hissettiğim bölümler oldu. Bu kısmı birazdan
detaylandıracağım. İlişki Stratejisti ve Bilinçaltı Uzmanı olduğunu öğrendiğim Seda
Diker’in aslında bir psikolog değil de Robert koleji ve Boğaziçi Üniversitesi
ile devam eden iyi bir eğitim sürecinden geçmiş eski bir banka yöneticisi olduğunu
öğrendiğimde biraz şüpheli yaklaşsam da okumaya devam ettim kitabı. Çünkü
biliyorum ki spiritüel konulara ilgi duyanların, asıl mesleğini bırakıp bu
alana çark edenlerin kendince sebepleri
vardır ve belki de hikayeleri. Kimi bir yakınını yitirince, kimisi bir
hastalığın pençesinde boğuşurken, kimi içerisinde kendini gerçekleştirememenin
ağırlığını taşırken yaşamın anlamını aramaya koyulur. Önce bir arayış sonra bir
uyanış yaşar.Ve akabinde bu yola sapar sıklıkla. Seda Diker, flörtün seviyelerini, görünmez
alanını, cinsel enerjisini, tarafların maskelerini, ilişkide kalpten konuşmayı aslında
hepimizin zaten bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri etraflıca anlatmış. Daha derinlere
bilinçaltına işaret ederek bilinçaltımızın bugünümüzü nasıl yönettiğini ve
bilinçaltımızı bilinç seviyesine çıkarmamızın gerekliliğini kısım kısım değinmiş.
Çağımızın en büyük tuzaklarından biri “Ben bunu biliyorum” sendromudur. Bilmek
kimi zaman kalbimizle deneyimlememizi engeller. Spiritüel konular da bundan
nasibini alır. O nedenle de hayatın küçük bir kısmına odaklanarak fikir ve
duygu üretmek bizi hep yanıltır. En basit konulardan biri gibi görünen insan
ilişkileri de, karşı cins ilişkileri de
göründüğü gibi basit değildir . Sürekli dalgalı bir deniz gibidir. Bir an çok
mutlu iken bir bakarsınız her şey rayından çıkmış. İster bekar ister evli olun fark etmez ilişkileriniz harika başlıyor fakat sonra
bir şeyler ters mi gidiyor? Sizin açınızdan her şey yolunda giderken sevgiliniz
birden kendi kabuğuna mı çekiliyor? Karşı tarafın alt yazılarını okumakta
güçlük mü çekiyorsunuz? İlişkilerde yaşanan gelgitlerin perde arkası hakkında
daha fazla yorum gücü kazanmak mı istiyorsunuz?Flörtleşirken yapılabilecek yanlışlar nelerdir? İşte bu anlamda
kitaptan fayda sağlayabileceğiniz kısımlar var. Çünkü yazar bilgilerini
bilimsel bir şekilde anlatmak yerine gerçek hayattan derlediği hikayeler
aracılığı ile okurlarına durum analizi yaptırtarak konuyu anlatma şeklinde bir yöntem
seçmiş. Bunu yaparken üç çeşit örnekleme materyali kullanmış diyebilirim. Birincisinde danışanları ile yaptığı
görüşmeleri sanki seansı size dinletiyormuşçasına detaylandırarak yazmış, iyi
yapmış. Bu hikayelerin satır aralarında kendinizden bir şeyler bulabilirsiniz. İkinci olarak kitap içerisinde Gamze
ile Mert adını verdiği çiftin ilişkilerini başlangıcından -daha o ilk
yazışmalarından- itibaren şekillenme sürecini anlatmış. Buna ilave olarak
birkaç farklı çiftin karışık ilişkilerini de detaylandırarak bilinçaltına
süpürdükleri çöplerin ortaya çıkma sancılarını uzun uzun yazmış. Üçüncü olarak da kendi hayatından, kendi evliliğinden örnekler
vererek deneyimlerini okurlarına aktarmış diyebilirim. Kitap boyunca sürekliliği olan
Gamze ve Mert'in günümüze uygun modern
ilişki modeli ilgi çekiciydi. Kitabın girişindeki Catherine’nin iğreti bir
Grinin Elli Tonu konseptindeki ilişkisinden sonra kitabı bırakmayıp bitirmem bu
hikayenin sonunu merak etmem sebebi ile oldu diyebilirim. Yönetici asistanı olan Gamze ortak
bir arkadaşları vasıtasıyla Mert ile tanışır. Mert sürekli seyahatleri olan
gizemli, karizmatik bir karakterdir. Ağırlıklı olarak Whatsapp’tan ya da
Facebook dan yazışıyorlar. Dedim ya günümüz modern ilişkisi! Ancak özellikle
Mert’in geri durması ve isteksizliği nedeni ile bir türlü buluşamıyorlar.
Yazışırken oldukça istekli, cüretkar ve keyifliler aslında. Yazışarak veya
telefonda kur yapıyorlar, ilişkilerine heyecan katacak oyunlar oynuyorlar, erotik
sohbetler yapıyorlar. Her ne kadar
aralarında kuvvetli bir çekim olsa da ilişkileri çeşitli çıkmazlara giriyor.
Aradan aylar geçiyor ve nihayet Mert ile bir otel odasında buluşuyorlar.
Spoiler içermesini istemediğim için çok detaya girmeyeceğim ama bu buluşmanın
ardından Gamze ciddi bir travma yaşıyor. Gamze bir türlü ilerleyemediği aynı
zamanda bitiremediği bu ilişkide ne yapacağını bilemediği için yazardan
danışmanlık alıyor ve yazarın yaptığı hipnoz seansında kendi geçmişiyle
yüzleşiyor. Mert’ten neden bu denli etkilendiğini buluyor ve Mert ile kalpten
bir konuşma yaparak ilişkilerini istediği seviyeye taşıyor. Şunu söyleyebilirim
ki bu çiftin hikayesinde satır
aralarında önemli mesajlar var. Yazar sanal ortamda yaşanan flörtleşme için uyarılarda bulunuyor ve şöyle
diyor :
“İyi bir flört dönemi, sanal ortamda olmamalı. Neden
mi? Çünkü birbiriniz hakkında her şeyi öğrenmiş, yüz yüze geldiğinizde sohbet
konularını tüketmiş olma riskiniz var. Sonunda buluştuğunuzda, hazır olsan da
olmasan da, görüşme çok daha hızlı bir biçimde cinsel içerikli olacaktır. Gerçek hayatta bir araya geldiğinizde yaşanabilecek
maksimum yakınlaşma ile yazışırken hayal ettiğiniz maksimum yakınlaşma arasında
çok büyük farklar olmamalı. İkisi arasındaki makas açılırsa, buluşmadan sonra
rahatsız olabilirsin. Yine olaylar senin hazır olduğundan daha hızlı
gelişebilir. Kendi hayatın hakkında çok fazla bilgi vermek yerine,
Gamze’nin yaptığı gibi oyun kurabilirsin. Gamze’nin oyun oynayış biçiminde,
gizem, merak, hayal kurdurma vardı. Yani hayatı hakkında ipuçları verse de,
bunlar sadece konu başlıkları olarak kaldılar. Derin bilgi içermediler. Bu Mert’in
daha çok meraklanmasına sebep oldu.”
Kimi zaman içimizi acıtan ne
varsa önce görmezden geliriz, sonra unutmaya ve daha ileri giderek silmeye
çalışırız. Bilinçaltımızdaki çekmecelerin derinliklerine o yaralı çocuğu saklarız.
Yok sayarız. Daha da derinlere iteriz. Çırpınışlarını duymayız. İnandırırız
kendimizi geçip gittiğine.. Hasar almadığımıza. Zaaflarımızın, güçsüz
yanlarımızın görülmediğine. Ama öyle değildir. Biz ne kadar kaçarsak kaçalım, o
hiç bir yere gitmemiştir.. O karanlık yönümüz orada durur. Anlaşılmayı bekler,
çözümlenmeyi bekler, kulak verilmeyi bekler. Yaşadığımız her ilişkide bir
şekilde varlığını hissettirir. Artık bastırılmamak ve kabuğunu kırmak ister. Ve
bir gün gelir tüm açık kalmış dosyalar gibi karşımıza çıkıp tokat gibi yüzümüze
çarpıverir. Bizse ancak gerçek anlamda o yaralı çocuk ile yüzleşebilirsek
özgürleşebiliriz. Onu itmek yerine ona sarılabilirsek kendimizle ve tüm
ilişkilerimizle barışabiliriz. Çünkü direndiğimiz şey varlığını ısrarla
sürdürür. Aslında kitapta keşke daha detaylı anlatsa dediğim benim asıl ilgimi
cezbeden kısım danışanların hipnoz süreciydi .Ama maalesef yazar danışanlarına
(psikolog olmadığı için hasta denmiyor sanırım) yaptığı hipnoz seanslarını çok
detaysız hatta hemen hemen hiç değinmeden özet geçmiş. Danışanlar hızlı bir
şekilde varmak istedikleri hasarlı geçmişe vardılar ve sorunları ile
yüzleştiler. Yazarın kitapta çok güzel bir
önerisi var. Çeşitli travmalarımızı atlatmamızın en güzel yollarından biri
olarak “yazmayı” ve bu şekilde “topraklanmayı” öneriyor. Neler hissettiğimizi yazarak kendi kendimize çalışabileceğimizi, yazdıkça
hafifleyerek sorunlarımızı çözüme kavuşturma yolunda yazmanın öncülük edebileceğini
belirtiyor. Bizim önemli değil diye düşündüğümüz bir travma bilinçaltımız için
son derece önemli olabilir. Travmaların seneler sonraki iz düşümü ise
yaşayacağımız ilişkilerde su yüzüne çıkan kırılmalar ve çeşitli fiziksel rahatsızlıklar şeklinde tezahür edebiliyor. Hoşlanmadığım kısımların başında
kitap ön ve arka kapak tasarımı geliyor. Yani öncesinde araştırarak almasam
kesinlikle kapağına bakarak okumak için bir şans dahi vereceğimi zannetmiyorum.
Öncelikle kitap kapak renk seçimi hoş değil. Ama esas hoşlanmadığım kısım Seda Diker’in
hem ön hem de arka kapağı kendi fotoğrafı ile donatmış olması. Ve maalesef bu
sunumdaki kıyafet seçimi de mekan seçimi de ve hatta beden dili de oldukça itici.
Umarım bundan sonraki kitaplarında biraz daha yaratıcı, bir şeyler söyleyen, gövde gösterisi yapmayan kapak tasarımlarını
tercih eder. Buna ilave olarak kitap isim seçiminin de içerikle çok örtüşür bir
yanı yok. “Duygu oluşturma sanatı” üzerine sayfalar dolusu (344 sayfa)
yazılmış olan bir kitabın adı neden “Şeytan Tüyü Var Sende” koyulmuş olabilir.
Elbette kolay pazarlamak için. Sevmedim. Pazarlama deyince şunu da belirtmeden
geçemeyeceğim; elbette ki bir yazar kitaplarının daha çok satması, daha çok
okur ile buluşması için çaba göstermeli fakat bunu yapmanın usulü bir kitabının
içinde herhangi bir bilgiyi aktarırken sürekli kendi diğer kitaplarına atıfta
bulunmak olmamalı. O köprüyü esaslı okur zaten bir şekilde kurar ve yazarın
diğer kitaplarını da mercek altına alır. Ayrıca yazarın kendi eşi ile olan özel
hayatından örnekler vermesi belki kimi okur için bir bağ kurma şekli olabilir
ama benim için değil. Gereğinden fazla miktarda eşi ile olan özel ilişkilerini örnek
olarak seçmiş. Bütün bu eleştirilerime rağmen özellikle karşı cins ile
ilişkilerinde blokajlar yaşayan, sürekli aynı hataları yapan kişilere ilişki
durumlarını ne şekilde değerlendirmeleri gerektiği konusunda örneklerden
faydalanmaları için ve yazarın pratik tavsiyeleri faydalı olabileceği için bu kitabı tavsiye edebilirim.Boş bir kitap değil kesinlikle. Sükunet içinde ne isteyip
istemediğimize ve karşı tarafın kabahatlerine değil de kendi bireysel
gelişimimize odaklanarak, bilgelik ve merhametle yaşamanın vaktidir şimdi. Her
ilişkimizi keyifle, mutlulukla
yaşadığımız günler dilerim. Keyifli geceler dilerken elbette geceye keyifli bir müzik bırakmayı ihmal etmiyorum. Cenk Erdogan 🎶 Kadınım
Kimbilir belki dünyanın tüm çocukları yapraklar
toplayıp özenle kurutsa, onlardaki mana üzerinde elini gezdirse kolajlar
yapsa ne başkasının hakkına gasp eden nesil yetişirdi ne de zalimler.. Elimdeki kitap diyor ki "Bak ve etrafındaki mucizeleri gör. Yalnızca kendine bakarsan
yorulursun, bu yorgunluk seni başka her şeye karşı körleştirip
sağırlaştırır." Zamanın unutulduğu okumaların sonunda göğsümde
kocaman bir taş kapak açılırcasına hafifleme oldu. Ama yatağından taşan bir nehir
gibi değil dingin bir okyanusun huzuru gibi. Bir mum alevi kadar mükemmel bir geceye eşlik
eden:
“Bir ada arıyorum. Sen ben kavgasından uzak. İnce hesaplardan. Bir ada ki ona gelen unutsa adını, mesleğini, bencil ihtiraslarını. Soyunsa kinlerinden, hasetlerinden bir bir. Yeterince yer olduğundan kelli güneşin altında, denizde ve kıyıda, kimsenin gözü olmasa başkasının yerinde. Uzanıp düşünmemek, sadece yaşamak tadı ile yetinip bıraksa kendini kendine. Ayak oyunlarına sapmadan. Dedikodu yapmadan. Bıraksa kendini hafif rüzgara, deniz minaresi gibi, kozmik bir ezeli şarkıyı ta içinde duyarak.”
Hala yeterince sarı olmasa da aydınlık bir sonbahar günü. Hepimiz için sakin ve sevgi dolu bir gün olsun.